"Enter"a basıp içeriğe geçin

KIRMIZI KALEM

Sene 1984…

               Yokluğun kol gezdiği vakitler. Öyle zamanlar geçti ki ömrümüzden, onlarca yoklukları ve mahrumiyetleri yaşayanlar olarak ancak bizler biliriz çektiklerimizi. Tabii ana babalarımızın ve onların ana babalarının çektikleri karşısında bizler nimetler içinde yüzüyorduk. O yüzme (!) içinde, küçücük yaşlarımıza rağmen sabah erkenden işe gider ve öğlen vakti hemen eve gelir siyah önlüğü giyer okula giderdik. Sabah okula giderken de öğlen okuldan çıkınca hemen eve gider üzerimizi değiştirir, yemeğimizi yer ve dosdoğru işe giderdik. Şimdiki şartlardan şikâyet eden, burun kıvıran, çalışmanın, emek vermenin, mesuliyetleri yerine getirmenin ne olduğunu bilmeyenler gibi yaşamıyorduk/yaşayamıyorduk.

Evet, yıpratıcı oldu bizim için ama kadir kıymet bilen bir nesil olarak, vefalı ve nankörlüğü lügatinden çıkartan bir nesil olarak yetiştik/büyüdük çok şükür. O kadar yokluk ve acı dolu hayat şartlarında bir dilim ekmeğe bir ömür minnet etme makamında olan/olacak insanlardık. Yani şimdilerde olduğu gibi nankörlük yapmıyorduk. Hatırlıyorum yaklaşık üç yıl boyunca kahvaltılarda yağ ve peynir/yağ ve zeytin, öğlen pilav ya da makarna, akşam ise pilav/makarna, ayran/salata, bolca ekmek yedik. Şimdiki gibi on yedi on sekiz çeşit kahvaltılığa burun kıvırmadığımız/bulamadığımız/hayal dahi edemediğimiz, akşam yemeğinin ziyafete dönüştürüldüğü ve atıştırmalık denilen şeylerin ne olduğunu bilmediğimiz yılları geçirdik. İşte o yıllarda öyle bir olay yaşadım ki adeta hayatıma kazındı.

Olayın üzerinden yaklaşık kırk yıl geçmesine rağmen hala etkisindeyim desem mübalağa etmiş sayılmam. Geçen gün sınıfta bir olay yaşandı ve ister istemez bu olayı tekrar hatırladım ve “evlatlarım” dediğim öğrencilerime anlattım. Olayı siz sevgili dostlarımla da paylaşmak istedim. Ama öncelikle sınıfta yaşanan hadiseyi anlatmalıyım ki konunun çıkış yeri belli olsun. Felsefe dersinde “varlığın mahiyeti ve amaçlılığı” konusunu işliyordum. Lise ikinci sınıflardan birindeydim. Bir evladım izin isteyerek yerinden kalktı. Ben de ne yapacağını merak ettim ve evladımı takip ettim. Elinde ucu kırık bir kırmızı kalem vardı. Ucunu açacağını hayal ederken birden kalemi çöp kutusuna attı ve döndü oturdu. “Kuzum ne yaptın?” diye sorunca, “Öğretmenim ucu kırılmıştı çöpe attım” dedi. Kapının yanındaki çöpe gittim ve kalemi çöpten çıkarttım. Başka bir öğrencimden bir açacak istedim ve ucunu açtım. Islak mendil ile de sildim. Evladıma dönerek, “Kuzum bunu bu şekilde açmak zor muydu?” diye sorunca öğrencim/evladım sustu. Allâh var öğrencilerimden yani evlatlarımdan çok memnunum. Hepsi birbirlerinden saygılılar. Ama bazen tek başına güzel bir özellik hayatta bir insana yetmeyebiliyor. İşte tam da o durumdaydık. Bir anda geçmişe başladığım yolculuğu evlatlarıma dillendirmeye başladım:

               O zor yıllarda kalemimiz yaklaşık üç santimetre kaldığında plastik saplı jiletlerin başlık kısmını kırar ve kalemi sapın ucuna yerleştirerek kullanmaya devam ederdik. Her hafta değil belki de her döneme sadece bir adet kırmızı kalem alma hakkımız vardı. Bir gün kırmızı kalemim bitti. Ama aileme almak için söyleyemedim. Çünkü babam hem belediyede çalışıyor hem de işten çıktıktan sonra sucuk ekmek satardı ki evimizi geçindirsin. Annem de babamın ev iaşesi için verdiği parayı idareli kullanırdı ki zaruri ihtiyaçların karşılanmasında babama yük olmasın. Evin en büyük çocuğu olarak biz de çalışıyorduk ve aile bütçesine katkıda bulunuyorduk. Hal böyleyken ödevlerin konu başlıklarını kırmızıyla yazmasak ya da okulda arkadaşımızdan alıp yazarsak da olur diyerek kırmızı kalemimizin bittiğini ailemize söylemedik. Haftalığımızı kuruşuna dokunmadan tastamam annemize verirdik. Yaklaşık on gün geçmişti kırmızı kalemimin bitmesinin üzerinden. Cumartesi günü ustamız haftalıklarımızı verdi ve biz işçileri eve gönderdi. Kalfa yardımcım Ali Ekber abiyle evimize giderken yoldaki kırtasiyeye uğradık. Tabi onun ne alacağına dair bir bilgim yoktu ve ona doğru da bakmıyor, başka şeylerle meşgul oluyordum. Ali Ekber abi alışveriş yaptı ve aldığı iki kırmızı kalemin birini bana uzattı. Al bu senin dedi. Kabul etmedim ama kırmızı kalemi almam için öyle bir zorladı ki beni, anlatamam. Birden gözlerimden yaşlar geldi. Öyle mutlu oldum ki dile getiremeyecek duyguları yaşamıştım. İnanın o saatten sonra benim için kırmızı kalem o kadar değerli bir yere sahip oldu ki uzun bir süre kırmızı kalemi mektup yazarken kullandım. Mektup yazmak da benim için kırmızı kalem gibi çok değerliydi. O zaman değerli bir şey, değerli olan başka bir şeyle ifa edilmeliydi. Bunu şimdi bile sürdüren birisiyim. O kadar derinden etkileyen bir yaşanmışlık işte.

               Bu bağlamda bizler hiçbir nimeti, sahip olunan elde edişleri bile önemsemez davranmamalıyız. Çünkü bugün var olanlar bir an sonrasında elden kayıp gidebilir. Varlığı ve yokluğu ganimete çevirebiliriz. Şükrederek, sabrederek, erdemli bir biçimde tevekkül ederek yaşayabiliriz. “Olunca tüketip olmayınca şükretmek” güzel bir şey ama ondan daha güzel olan, “olunca dağıtıp, olmayınca şükretmek” eksenli bir hayatı tercih etmeliyiz. Böylece kadir kıymet bilmelerimiz daha bir anlamlı olur.

               Kalın sağlıcakla…

Gökmen CAN

Eğitimci Sosyolog

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir