Herkes herkesin peşine düşmüş. Sıkı takipteler. Yaşanan en küçük safîyâne şeylere bile büyük anlamlandırmalar yapılıyor. Gördüğü, duyduğu hiç de önemli değil kimsenin. Tek gaye itham etme yarışında bulunmak. Kim daha çok suizanda bulunacak, kimin ön yargısı en çok tıklanacak, kimin hakaretleri gözde olacak, kimin yalanına daha çok kişi inanacak, kimin bozuk kalbi en çok kişiyi hasta edecek ve kimin aymazlığı rekortmen olacak. Şaşırmayın bu sözlere. Belki bu cümleleri sözel ifadeleri duyamıyor ve göremiyoruz ama maalesef hemen hemen hepsini de yaşıyoruz.
Yıkılan hayatlarla, bozulan dostluklarla, hezeyanlara feda edilen insanlıklarla ve koca bir memleketin temeline koyulan dinamitlerin patlatılmasıyla görüyoruz. Yaşıyoruz. Neticeleri gördükçe üzülüyor, çekiniyor, kabuğumuza çekiliyor, pes edebiliyor, hayretlere düşmekten hasta oluyor ve bir türlü anlam veremediğimiz olaylara şahit olmaktan usanıyoruz. Hangi pencereden, ne taraftan ve değerler açısından bakarsak bakalım hep ama hep üzülüyoruz. Üzülmeyenler toplumun, değerlerimizin, insanlığın katili olanlardır. Hey hat, gel gör ki onlar bizlerden daha temiz olduklarını iddia etmekten de vazgeçmiyorlar. Kimler mi? Hadi gelin sık sık şahit olduğumuz insan (!) ve eylemlerini gözler önüne serelim:
Önce uzağa gitmeden yakından başlayalım içlerdeki kötü zanların köşe kapmacalarına. Eşler birbirine, çocukları kardeşlerine ve ebeveynlerine karşı hep bir tetikte olma halinde yaşamaktadırlar. Aman bir hata yapsalar da onların yüzlerine vursam diye izlemedeler. Hep bir bilmişlik ve ukalalığa varan davranışlar almış başını gidiyor. Kimse hataları kapatmada gece gibi olmayı nedense tercih etmemektedir. Hâlbuki bu hayatta en kolay oluşturulacak şeylerden biri sıcak ve sevgi dolu bir yuva iken bunu tercih etmemek ne kadar aklıselim bir durumdur siz düşünün.
Akrabalar birbirlerine uzak ve uzak olmalarına rağmen birbirlerine ithamlarını havalarda uçuşturacak kadar yakınlar! Görmedikleri, görüşmedikleri/görüşemedikleri halde böyle çok söze ve gıybete mahal veriliyorsa görüşüldüğü durumdaki hadisleri düşünemiyorum. Allâh izan versin bizlere.
Dost ve arkadaş diye tabir edilen kimselerin durumu daha feci bir yolda ilerliyor bazen. Çoğu kimse birbirlerinden “düşmanımın dostunu düşman bilirim” felsefesini benimsemektedirler. Diyelim ki sizin; elinden, dilinden ve insanlığından zarar görmediğiniz bir kimseyle fotoğraf çektirdiniz. Bunu da sosyal medyada paylaştınız. Dostum, ağabeyim bildiğiniz bir kişi hemen size özelden yazıyor: “O mu dostun biz mi? Onlar mı yanlış yerdeler yoksa sen mi?” Abi ne alâkası var anlamıyorum? Seninle olan dostluğum ayrı onunla ayrı. Hem sizin birbirinizle olan sorununuzu bilmiyorsam bana nasıl gönül koyabilirsin ki? Niye sana saygıda kusur etmeyen bir kimseye böyle yaklaşıyorsun ki? Eğer benim yanımda, senin hakkında kötü bir şey söylese, gıybetini yapsa, iftira atsa, lafını sözünü yapsa tabii ki de haddini bildiririm. Yok, ama sen “dostlukların belirleyicisi” olmayı da istiyorsan kusura kalma yanlışsın. Yeri geldiğinde bu yanlışı da bize davrananların yüzlerine söyleyebilmeliyiz.
Emanet edilen bir yerde emanetçi isek başta emanet edilen yerdeki insanlara ve işin mahiyetine uygun davranmalıyız. Onun adamı, bunun cemaati, şunun yandaşı, ötekinin sevdiği, berikinin yakını diye ayrıştırmaya gidip baskı ve küçültücü fiillerle var olduğunu göstermek aslında yokluğun anlamına gelmektedir. Cismen var, kişilik olarak yoksundur. İşini yapan, işine sadık, görevini yapmaya gayret eden kimseler hakkında iftira atmak, gıybet etmek, kötülemek ne kadar insani bir vasıftır? Hadi diyelim o küçük insanlar uydurmalar ve iftiralarla fitnelerini büyütüyorlar da ya onu dinleyenlere, gözleriyle şahit olmadıkları şeylere inanan ve onlara göre hareket edenlere ne demeliyiz? Külliyen zarara giriyorlar da haberleri yok zavallıların. Ne çare bu gibi sıfatı insan vasfı içi boş balon gibi olanlar toplumda el üstünde tutuluyor. Hatta onlara yancılıkta kendileri gibi boş adamlar da sıraya girmektedirler. Ne diyelim Allâh akıl fikir ihsan eylesin.
Siyaset sahnesine hiç dokunmak istemiyoruz. Orası daha vahim bir mecra olmuş. Sabah erken kalkanın mikrofona üflediği, tek elle telefon kullananın tweetler attığı, iki kitap okuyanın alleme-i cihan kesildiği bir dönemde yaşıyoruz. Gözümüzün içine baka baka yalanların bini bir yerde, adeta yalanlar havuzunda hayatta kalmaya çalışıyoruz. Yalanlar da hep belden aşağı, hep iftira özelliğinde, söyleyenlerinin bile inanmadığı türden. Sırf bu iş için parayla tutulan insanlar var. Diğer bir ifadeyle yalan üreten makine görevini üstlenenler var. Sonra da gel insanların teveccühünü bekle.
Öyle bir zamanda yaşıyoruz ki; tıpkı “dağların fare doğurması” deyiminin oturduğu bir zaman. Vaatler, icraat senaryoları, boyundan büyük sözler vermeler, takdir ve beğeni toplama sonuçları önünde sonunda hüsranla sonuçlanıyor. Herkes haddini bilse, herkes önce kendine baksa, kendine vazife olan şeyleri hakkıyla yapmaya çalışsa, kalbini fitne ve fitnecilerden korusa, şahitlik etmediği şeylerin yayıcısı olmasa, özü ile sözü bir olsa dilimizin döndüğünce anlatmaya çalıştığımız bu hadislerin hiçbir tanesi yaşanmayacaktır. Ne diyelim herkesin yaptığı aklı kadardır. Aklının dünyasına hükmedemediği insanların dünyaları akıllarına hükmederek yıkımın aktörleri olup çıkıyorlar. Allâh vicdan merhamet versin.
Gökmen CAN
Eğitimci Sosyolog